Mekke-i Mükerreme مكة المكرمة
Arap yarımadasının kuzeyinde Batnımekke (Bekke) adı verilen bir vadi üzerinde kurulmuştur. Merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bu vadinin ortasındaki çukur alana “Bathâü Mekke” (sel yatağındaki kumluk) denir. Bu alanın doğusunda eteğinde Safâ ile bunun hizasında Merve tepelerinin bulunduğu Ebûkubeys, batısında Kuaykıân, güneybatısında Sevr, kuzeydoğusunda Nur (Hira) ve Sebîr dağları yer alır. Hac ibadetinin yerine getirildiği mekânlardan Arafat, Müzdelife ve Mina Mekke’nin doğusundadır. Şehrin Kızıldeniz ile bağlantısı Câhiliye döneminde Şuaybe Limanı, İslâm’dan sonra Cidde Limanı vasıtasıyla sağlanmıştır. Kur’an’da “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrâhîm 14/37) Mekke çevresi, çöl karakterli bir araziye ve bunun üzerinde görülen, dikenli bodur ağaç ve çalılıklardan meydana gelen cılız ve seyrek doğal bitki örtüsüne sahiptir. Kurak ve sıcak bir iklime sahip olan Mekke, düzensiz yağışlar ve konumu dolayısıyla tarih boyunca birçok defa sel baskınlarına uğramıştır.
Kâbe’nin müslümanların kıblesi olması sebebiyle İslâm coğrafyacıları III. (IX.) yüzyıldan itibaren dünyayı Mekke’nin merkezinde yer alan Kâbe’ye göre bölümlere ayıran tasarımlar geliştirmişlerdir (EI2 [İng.], VI, 181). Buna göre dünya, merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bir daire şeklindedir; yeryüzündeki ülkelerin her biri Kâbe’nin bir cephesine bakar. Bundan dolayı Kâbe’nin etrafında gerçekleşen tavaf dünyanın kendi etrafında dönüşünü sembolize etmektedir (Makrîzî, I, 257-258). Eserlerinde ülkeleri anlatmaya Kur’an’da “ümmülkurâ” (şehirlerin anası) olarak nitelendirilen (el-En‘âm 6/92; eş-Şûrâ 42/7) Mekke’nin bulunduğu Arap yarımadasıyla, bu bölgeye de Mekke ile başlayan müellifler arasında Belh coğrafya okuluna mensup İstahrî (Mesâlik, s. 3) ve İbn Havkal (Ṣûretü’l-arż, s. 18) ile Ebû Ubeyd el-Bekrî (Muʿcem, I, 5) gibi coğrafyacılar anılabilir.
I. TARİH
Mekke’nin yerleşim birimi olarak ortaya çıkmasında belirleyici en önemli unsur merkezinde yer alan Kâbe’dir. Bu bakımdan Mekke’de şehir hayatı Kâbe’nin yapımıyla başlamıştır. Mekke’nin Hz. İbrâhim ve ailesinin buraya gelmesinden önceki tarihi hakkında fazla bilgi yoktur. Hz. İbrâhim’den önce Mekke’de veya civarında Amâlika ile Benî Cürhüm’e mensup bazı insanlardan bahsedilmesinin burada yerleşik hayatın varlığına delâlet ettiği ileri sürülmektedir (İbn Sa‘d, I, 41; Ezrakī, I, 80-82). Kur’ân-ı Kerîm’de İsmâil’in Hz. İbrâhim tarafından Mekke’ye getirildiği ve Kâbe’nin inşasında birlikte çalıştıkları kaydedilir (el-Bakara 2/125, 127; İbrâhîm 14/37). Mekke’ye üç defa gelen ve üçüncüsünde Kâbe’nin yapımının ardından insanları hac için davet edip görevini tamamlayan Hz. İbrâhim’in İsmâil’i burada bırakarak Filistin’e döndüğü rivayet edilmektedir (İbn Sa‘d, I, 41; Ezrakī, I, 58-59). Rivayetlerin çoğuna göre anayurtları Yemen olan Cürhümlüler, Mekke civarına Zemzem suyunun bulunmasından sonra gelip yerleşmişlerdir; Hz. İbrâhim’in neslinden Arapça konuşan ilk şahıs olan İsmâil de bu dili Cürhümlüler’den öğrenmiştir (DİA, XX, 59). Mekke’de kısa sürede çoğalan ve önceleri Hz. İsmâil’in tebliğ ettiği dini benimseyen Cürhümlüler zamanla tevhid inancından saptılar ve hâkim oldukları Mekke’ye gelenlere işkence yapıp zarar vermeye başladılar. Arim selinden sonra Mekke ve çevresine gelen Huzâa ve Kinâneoğulları şehre saldırarak Amâlika’nın kolları İyâd, Katûrâ ve Cürhümlüler’i yenilgiye uğratıp Mekke üzerinde hükümranlık kurdular. Huzâa kabilesinden Amr b. Lühay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini tamamen bozup şehirde putperestliği yaygınlaştırdı. V. yüzyılın ilk yarısında Kusay b. Kilâb Kinâne ile Kudâa kabilesinin yardımıyla Mekke’ye hâkim oldu. Böylece kuruluşundan itibaren iç içe olan Mekke ve Kâbe’nin yönetimi Kureyş’e geçti. Kusay Mekke ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili nedve, kıyâde, livâ, hicâbe (sidâne), sikāye, rifâde gibi hizmetlerin tamamını üstlendi. Kusay’dan sonra Mekke ve Kâbe’nin yönetimini oğlu Abdüddâr devraldı. Ancak bu durum Kureyş’in diğer kolları arasında ihtilâfa sebep oldu ve Mekkeliler görevlerin taksimi konusunda üç gruba ayrıldı. Varılan anlaşma sonucunda hicâbe, livâ ve nedve görevleri Abdüddâroğulları’na; sikāye, rifâde ve kıyâde Abdümenâfoğulları’na verildi, bu durum Mekke’nin fethine kadar devam etti. Dârünnedve Mekke ile ilgili kararların alındığı bir asiller meclisiydi. Kusayoğulları’ndan başka Mekke’deki Kureyş boylarının kırk yaşının üstündeki başkanlarının katılabildiği bu meclisin toplantıları Kusayy’ın Dârünnedve’yi yaptırmasından önce onun evinde gerçekleştiriliyordu (İbn Hişâm, I, 143).
Kusay Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke’ye yerleştirdi, böylece kabile yarı göçebelikten yerleşik hayata geçti. Şehrin etrafı tarıma elverişli olmadığından halk geçimini Mekke’nin yakın çevresini aşmayan ticarî faaliyetlerle sağlamaya çalışıyordu. Mekkeliler şehirlerine gelen yabancı tâcirlerden mal satın alır, kendi aralarında ve civardaki Araplar’la alışveriş yaparlardı. Abdümenâf b. Kusayy’ın Mekke ekonomisini geliştirmek için başlattığı girişimler oğlu ve Hz. Muhammed’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf tarafından sürdürüldü. Hâşim, kabilesi adına Sâsânîler, Himyerîler, Habeşîler, Gassânîler ve Bizanslılar başta olmak üzere bazı devlet ve kabilelerle diplomatik ve ticarî ilişkiler kurarak Kureyş’in Mekke ve çevresiyle sınırlı olan ticaretini daha geniş alanlara yaydı. Böylece Mekke milletlerarası ticaret merkezlerinden biri haline geldi. Saldırı korkusu bulunmaksızın gelinebilecek ve sığınılabilecek kutsal bir yer (harem) oluşu Mekke’nin hızla gelişmesine imkân verdi. Çevrede yaşayan ve bedevî bir hayat tarzını benimseyen Ehâbîş kabileleriyle yapılan anlaşmalar da ekonomik gelişmeyi sağlayan diğer bir etken oldu. Böylece Arap yarımadasının ekonomisi Mekke’nin öncülüğünde merkezîleşti. Her yıl kışın Yemen ve Habeşistan’a, yazın Suriye ve Anadolu’ya kadar uzanan ticarî amaçlı yolculuklar yapmaya başlayan Mekkeliler, bir yandan Bizans-Sâsânî rekabetinden faydalanmaya çalışırken bir yandan da Kâbe’ye bağlı olarak düzenlenen hac merasimlerinden daha çok gelir elde etmeye gayret gösteriyorlardı.
Mekke İslâm öncesinde coğrafî konumu, ayrıca dinî ve ticarî bir merkez olmasından dolayı Roma, Bizans, İran ve Habeş hükümdarlarının zaman zaman dikkatini çekmiş, bunlar şehri hâkimiyetleri altına almak için teşebbüslerde bulunmuşlardır. Çünkü Arap yarımadasını gerek siyasî gerekse ekonomik açıdan kontrol etmenin yolu büyük ölçüde Mekke’ye hâkim olmaktan geçiyordu. Mekke’ye melik olmak için Bizans imparatorundan gerekli belgeyi alan Osman b. Huveyris yanına uğradığı Gassânî emîri tarafından kıskançlık yüzünden öldürülmüştü. Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe el-Eşrem, Araplar’ın Kâbe’yi ziyaretlerini önlemek üzere San‘a’da bir kilise yaptırmış, ancak amacına ulaşamayınca Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, şehri zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı. Ebrehe böylece San‘a’yı Arabistan’ın merkezi haline getirecek, ayrıca Mekke’yi saf dışı bırakmak suretiyle Suriye’ye uzanıp Sâsânîler’le savaşan Bizans’a yardım edecekti (Cevâd Ali, III, 517-519). Ordusuyla Mekke yakınındaki Mugammes’te konaklayan Ebrehe bütün çabalarına rağmen şehre girmeye muvaffak olamamıştı (bk. EBREHE; FİL VAK‘ASI). Ebrehe’nin başarısız teşebbüsünden sonra Mekke’nin Arabistan yarımadasındaki itibarı daha da arttı. Kureyşliler, Mekke’de oturdukları ve Kâbe’nin hizmetinde bulundukları için kendilerine birtakım dinî-iktisadî imtiyazlar tanıyıp kurallar koydular ve şehir ekonomisinin gelişmesine imkân verecek faaliyetlere giriştiler (bk. HUMS). Bu dönemde Mekke ve çevresinde yaklaşık 10.000 kişi yaşıyordu (Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 27). Putperestliğin hâkim olduğu şehirde tevhid inancına sahip Hanîfler ile az sayıda hıristiyan bulunuyordu. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların dışında evlerin çoğunda put vardı.
Hz. Muhammed’in doğduğu yıllarda Benî Abdümenâf’ın kolları olan Hâşim, Muttalib, Abdüşems ve Nevfel oğulları şehirde hâkimiyetlerini hissettirmeye başlamışlardı. Hâşimoğulları’nın lideri Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden halkın hizmetine sunması ve Ebrehe ile yapılan görüşmelere Mekkeliler adına katılması gibi faaliyetlerinden dolayı Mekke’de seçkin bir konuma sahipti. Abdülmuttalib’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Zübeyr’in öncülüğünde bazı Kureyş kabileleri Mekke’de haksızlığa uğrayanlara yardım etmek amacıyla Hilfü’l-fudûl’ü gerçekleştirdiler. Bi‘setten önce ticaretle meşgul olan Hz. Muhammed, şehirde haksızlığa uğrayan tâcirlerin haklarını bizzat takip ederek Hilfü’l-fudûl’ün işleyişine katkıda bulundu. Otuz beş yaşlarında iken gerçekleşen Kâbe’nin yeniden inşası sırasında Hacerülesved’in yerine konulmasında hakem seçildi ve Mekkeliler için büyük önem taşıyan bu şerefe herkesi ortak ederek şehirde muhtemel bir çatışmayı önledi.
Hz. Muhammed peygamber olunca İslâmiyet’in tebliğine yönelik faaliyetlerde bulundu, Mekke’de geçmişten gelen tevhid inancına aykırı bütün geleneklere karşı çıktı. Resûl-i Ekrem, İslâmiyet’i önceleri gizlice tebliğ etti. Nübüvvetin dördüncü yılından itibaren müslümanların belli bir sayıya ve güven duygusuna erişmesiyle davet şehrin tamamını kapsadı. Bunun üzerine kurulu düzenin zarar göreceğinden endişe duyan Ümeyyeoğulları ve Mahzûmoğulları gibi şehir aristokrasisini temsil eden kabilelerin önemli bir kısmı İslâm’a ve Hz. Peygamber’e karşı cephe aldı. Mekkeli müşriklerin şiddetli hücumlarına ve işkencelerine mâruz kalan bazı müslümanlar Habeşistan’a hicret etti. Mekke’de kalan müslümanlar, müşriklerin baskı ve işkencelerinin yanı sıra yaklaşık üç yıl Ebû Tâlib mahallesinde toplumdan tecrit edilmiş bir şekilde yaşadılar. İslâm’ın Mekke’de tebliğine imkân kalmadığını gören Resûl-i Ekrem, Akabe biatlarından sonra ashabına Medine’ye hicret için izin verdi. Mâzeret sahibi bazı kişiler dışındaki herkesin ardından kendisi de Medine’ye hicret etti.
Bi‘setten sonra Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında başlayan mücadele Medine’ye hicretten sonra iki şehrin çekişmesine dönüştü. Mekke-Medine mücadelesi Mekke kervanlarının ekonomik baskı altına alınmasıyla başladı. İki şehrin ilk büyük çatışması olan Bedir Gazvesi’nde uğradıkları mağlûbiyet Mekke müşriklerinin yarımada içerisindeki otoritelerinin sarsılmasına yol açtı. Ardından Uhud’da sağladıkları üstünlük Hz. Peygamber’in Medine’deki nüfuzunu kırmalarına yetmeyince bir sonuç vermedi. Sürekli güç kaybeden Mekkeliler, Medine’ye karşı son hamlelerini Hendek Gazvesi’nde ortaya koydular. Ancak bundan da bir netice elde edemediklerinden daha sonra kendilerinde Medine’ye yönelik herhangi bir harekete geçecek gücü bulamadılar. Umre için Mekke’ye gelen Hz. Peygamber ve ashabını şehirlerine sokmadılarsa da Hudeybiye Antlaşması (6/628) ile Medine devletini tanımak zorunda kaldılar.
Mekke’nin Fethi. Hudeybiye Antlaşması ile, Benî Bekir b. Abdümenât ve Huzâa arasında Câhiliye döneminden beri süregelen kan davasının ortadan kaldırılmasına rağmen Kureyş’in desteğini alan Benî Bekir, Huzâa’ya gece baskını düzenleyerek kabilenin reisi Kâ‘b b. Amr ile bazı Huzâalılar’ı öldürdü. Bunun üzerine Huzâa kabilesi Medine’ye bir heyet gönderdi. Resûl-i Ekrem, Kureyşliler’e bir mektup yollayarak Benî Bekir’le ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde Hudeybiye Antlaşması ihlâl edilmiş olacağından kendileriyle savaşacağını bildirdi. Kureyşliler, diyet ödemeyi ve Benî Bekir ile dostluktan vazgeçmeyi reddetmekle birlikte Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere reisleri Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadı.
Mekke’ye yürümeye karar veren Hz. Peygamber, kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için gideceği yeri gizli tutarak sefer hazırlıklarına başladı; müslüman kabilelere haber gönderip Medine’de toplanmalarını istedi. Ordusunun gerçek gücünü saklamak amacıyla bazı kabilelerin yol boyunca orduya katılmasını emretti (Ya‘kūbî, II, 58). Medine’den çıkış yasaklandı ve Medine-Mekke arasındaki önemli geçitlere nöbetçiler yerleştirilerek Mekke’ye gidişe izin verilmedi. Yapılan hazırlıkları Kureyşliler’e bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın gönderdiği haberci, bu durumdan vahiy yoluyla haberdar olan Resûl-i Ekrem’in görevlendirdiği sahâbîler tarafından yakalandı. Ayrıca Mekkeliler’i şaşırtmak için Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı İdam’a Ebû Katâde el-Ensârî kumandasında bir keşif birliği gönderildi. Medine’de idarî işler için Ebû Rühm’ü, imâmet için İbn Ümmü Mektûm’u vekil bırakan Hz. Peygamber, ordusuyla 13 Ramazan 8’de (4 Ocak 630) şehirden çıktı. Mîkāt yeri olan Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek seferin yönü konusundaki gizliliği devam ettirdi. Yol boyunca katılanlarla birlikte 10.000 kişiyi bulan İslâm ordusu Merrüzzahrân’da konaklayıncaya kadar Kureyşliler seferden haberdar olmadı.
İslâm ordusunun büyüklüğü karşısında paniğe kapılan Kureyşliler Ebû Süfyân’ı Resûl-i Ekrem’e gönderdiler. Ebû Süfyân başkanlığında Hz. Peygamber’in karargâhına giden heyet üyeleri İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Bu durum karşısında Mekke halkı İslâm ordusuna karşı konulamayacağını anladı. Ebû Süfyân’ın Kâbe’nin avlusunda Mekkeliler’e kendisinin İslâmiyet’i kabul ettiğini ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını söyleyerek Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etmesi bir bakıma Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu. Resûl-i Ekrem başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyhâ ve Büdeyl b. Verkā gibi Mekkeliler’in evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırdı ve gönüllerini İslâm’a ısındırmak istedi. Ebû Süfyân’dan sonra Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in amcası Abbas da Mekkeliler’e aynı şeyleri söyledi; onlar da Mescid-i Harâm’ın içerisine ve evlerine dağıldılar.
Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini planlayan Resûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları izlememelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra ilk önce sağ kol birliğinin kumandanlığını yapan Hâlid b. Velîd’in harekete geçmesini emretti. Mekke müşriklerinin Safvân b. Ümeyye kumandasında İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Mekke eşrafı ile çoğunluğu müttefik kabilelerin kuvvetlerinden oluşan birliğinin yerleştirildiği güneydeki Lît adı verilen yerden şehre giren Hâlid b. Velîd, Handeme dağının eteklerinde bunları kısa sürede bozguna uğratıp şehrin fethi sırasındaki tek mukavemeti kırdı. Hâlid b. Velîd’in Hazvere çarşısına kadar kovaladığı bu kuvvetlerden canlarını kurtaranlar evlerine kapanarak ya da silâhlarını bırakarak eman aldılar. Çatışmalarda Mekkeliler’den on iki veya yirmi sekiz kişi ölmüş, müslümanlardan ise iki veya üç kişi (Hubeyş b. Hâlid, Kürz b. Câbir ve Seleme b. Mîlâ’ el-Cühenî) şehid olmuştu (Vâkıdî, II, 825-828; İbn Hişâm, IV, 49-50; Taberî, Târîḫ, III, 58). Kumandanlığını Sa‘d b. Ubâde’nin yaptığı ensar birliği Mekke’nin batı tarafından, Zübeyr b. Avvâm’ın kumanda ettiği muhacirlerden oluşan sol kol birliği de kuzeyden şehre girdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber ise Mekke’nin yukarı kısmından kuzeybatıdaki Ezâhir yolunu takip ederek Mekke’ye girip Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu. Resûl-i Ekrem’in Mekke’ye hangi tarihte girdiği konusunda farklı rivayetler bulunmakla birlikte fethin 20 Ramazan 8’de (11 Ocak 630) gerçekleştiği genel olarak kabul edilmektedir (Vâkıdî, II, 829; İbn Sa‘d, II, 105; Halîfe b. Hayyât, s. 53).
Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini vurguladı; Mekkeliler’e verilen eman neticesinde umumi af ilân edildiğini belirtti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silâhlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin takibata uğramayacağını bildirdi. “Demi heder edilenler” diye anılan ve Hz. Peygamber ile müslümanlara karşı düşmanlıklarıyla tanınan on kadar kişi umumi affın dışında bırakıldı. Bunlardan yakalanan üçü öldürülmüş, İkrime b. Ebû Cehil gibi bir kısmı Mekke’den kaçmış, bir kısmı da sonradan affedilmiştir.
Kâbe ve çevresi şirk alâmetlerinden temizlendikten sonra Kâbe’nin içinde iki rek‘at namaz kılan Resûl-i Ekrem, Bilâl-i Habeşî’ye Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumasını emretti (Buhârî, “Ṣalât”, 30). Mekkeliler Hz. Peygamber’e biat edip müslüman oldular. Kendilerine esir muamelesi yapılmayarak serbest bırakılan bu kişilere “tulekā” denilmiştir (Lisânü’l-ʿArab, “tlḳ” md.; Taberî, Târîḫ, III, 61; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, II, 338).
Resûl-i Ekrem, fetih konuşmasında ayrıca hac ve Mekke idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikāye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini bildirdi. Bir süre Hz. Peygamber’in uhdesinde kalan iki görev, esasları yeniden belirlendikten sonra Câhiliye döneminde aynı görevleri yürütmüş olan Osman b. Talha’ya ve Hz. Abbas’a devredildi. Attâb b. Esîd Mekke valiliğine, Saîd b. Saîd çarşıyı kontrol görevine getirilirken Muâz b. Cebel yeni müslüman olan Mekkeliler’e Kur’an’ı ve dinî esasları öğretmekle vazifelendirildi.
Hicretten sonra Mekke ile Medine arasında başlayan düşmanlık sona ermiş, Hicaz’da İslâm’ın üstünlüğü tesis edilmişti. Nasr sûresine ad olan “nasr” (yardım) kelimesinin bütün Araplar’a üstün gelmeye, aynı sûredeki “feth” kelimesinin de Mekke’nin fethine işaret ettiği ileri sürülmüştür. Feth kelimesinin “açmak” şeklindeki anlamından hareketle İbn Abbas Mekke’nin fethine “fethu’l-fütûh” adını vermiştir. Çünkü buradaki fetih sadece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibaret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi anlamına da gelmekte, aynı zamanda kalplerin Allah’ın dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışını ifade etmektedir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi İslâm fetihlerinin başlangıcı kabul edilmiştir (Elmalılı, IX, 6236-6237). Hadîd sûresinin 10. âyetinde geçen “feth” kelimesi de Mekke’nin fethine delâlet etmekte, ayrıca İbrâhîm sûresinin 13-14. âyetlerinde Mekke’nin fethedileceği ve müslümanların oraya döneceği müjdesi verilmektedir. Feth sûresi de Hudeybiye Antlaşması’na, dolayısıyla Mekke’nin fethine işaret etmektedir.
Mekke’nin savaşla mı yoksa barış yoluyla mı fethedildiği ve topraklarının ganimet gibi dağıtılıp dağıtılmayacağı konusunda farklı görüşler vardır. Bunlardan birincisine göre fetih barış yoluyla gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber tarafından Mekkeliler’e verilen eman ve ilân edilen genel af aynı zamanda barış antlaşmasıdır. Kâbe’nin tâzim göreceği ve yüceltileceği gün olarak açıklanan fetih gününde bu antlaşmaya dayanılarak Mekke evleri ve arazisi savaşan gaziler arasında dağıtılmayıp sahiplerinde bırakılmış, hatta muhacirlerin evleri bile onları yurtlarından çıkaranların elinde kalmıştır (Nevevî, IX, 126; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 1368-1369; Azîmâbâdî, VIII, 181). Erken dönem kaynaklarında yer almayan diğer görüşte Hâlid b. Velîd’in savaşmak zorunda kaldığı şehrin aşağı tarafının savaşla, yukarı tarafının barış yoluyla fethedildiği ileri sürülmektedir (Makrîzî, İmtâʿu’l-esmâʿ, s. 400). Mekke’nin fethi konusunda genel kabul gören görüş ise şehrin savaşla fethedildiği, fakat Resûl-i Ekrem’in tasarrufuyla arazisinin taksim edilmediği ve halkının eman verilerek serbest bırakılmış olduğu şeklindedir (Müsned, I, 253; Ebû Yûsuf, s. 68-69; İbn Sa‘d, II, 103-104; Taberî, Târîḫ, III, 61).
Resûl-i Ekrem Mekke’de kaldığı sürede Hacûn’da kurulan çadırda ikamet etti. Kendisine evinde kalması teklif edilince Medine’ye hicretinden sonra, henüz müslüman olmayan amcasının oğlu Akīl b. Ebû Tâlib’in evini satmış olduğuna işaret ederek, “Akīl bize ev mi bıraktı?” diye serzenişte bulundu ve şehrin fâtihi olmasına rağmen evini geri almayı düşünmedi. Hz. Peygamber, “Fetihten sonra hicret yoktur” sözüyle (Tirmizî, “Siyer”, 33) Mekke’nin fethiyle birlikte Medine’ye hicretin sona erdiğini ve bir zorunluluk olmaktan çıktığını belirterek muhacirlerle beraber Medine’ye döndü.
Fetihten Sonra Mekke. Fetihten sonra Mekke’de köklü bir dinî hayat başladı. Sikāye ve hicâbe dışında Câhiliye devri müesseselerini lağveden Hz. Peygamber Attâb b. Esîd’i Mekke valiliğine getirdi, Saîd b. Saîd’i çarşıyı kontrolle görevlendirdi. Muâz b. Cebel’e de yeni müslüman olanlara İslâm dininin esaslarını öğretme ve imâmet işini verdi. Temîm b. Esîd’i Mekke Haremi’nin sınır taşlarının onarılıp yenilenmesiyle vazifelendirdi (Ezrakī, II, 129). 9. yılda (631) müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaklarının âyetle bildirilmesinin ardından (et-Tevbe 9/28) 10. yılda (632) Resûl-i Ekrem’in öncülüğünde düzenlenen hac için Mekke’ye sadece müslümanlar geldi. Daha sonra Mekke’ye hâkim olan halife ve hükümdarlar, bizzat kendileri hacca giderek yahut hac emîri tayin ederek her yıl Mekke’de hac merasimlerinin düzenlenmesini sağladılar.
Mekke, Hz. Peygamber dönemiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sonuna kadar Medine’den gönderilen valiler tarafından yönetildi. Hz. Osman’ın şehid edilmesinin ardından yeni halife Hz. Ali’ye karşı Cemel Vak‘ası’yla sonuçlanan ilk muhalefet hareketinin hazırlıkları Mekke’de yapıldı. Hz. Ali’yi halife olarak tanımayan ve Hakem Vak‘ası’ndan sonra muhalefetini açığa vuran Muâviye b. Ebû Süfyân’ın bütün çabalarına rağmen (Belâzürî, Ensâb, III, 211-212) Mekke halkı hilâfeti süresince Hz. Ali’ye bağlı kaldı. Mekke, Emevîler devrinde genellikle Medine’ye tâbi olarak Ümeyyeoğulları’na mensup valiler tarafından yönetildi.
Muâviye’nin ölümünün ardından Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr, Muâviye’nin oğlu Yezîd’e biat etmeyerek Medine’den Mekke’ye gittiler. Yezîd’in, Medine valisinden İbnü’z-Zübeyr’in faaliyetlerini engellemesini istemesi üzerine Mekke’ye İbnü’z-Zübeyr’in aralarında anlaşmazlık bulunan kardeşi Amr’ın kumandasında bir ordu gönderildi. İki taraf arasında Zûtüvâ’da cereyan eden savaşı Abdullah b. Zübeyr kazandı ve Amr Mekke’de hapsedildi. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesinden (61/680) sonra Emevîler’e karşı açıktan muhalefet etmeye başladı. Yezîd tarafından gönderilen Suriye ordusu Medine’deki Harre Savaşı’nın ardından Mekke’ye yönelerek şehri kuşattı (26 Muharrem 64 / 24 Eylül 683). Yaklaşık iki ay süren, Mekke halkının çok sıkıntılı günler geçirdiği ve Kâbe’nin mancınıklarla taşlandığı kuşatma Yezîd’in ölüm haberi ulaşıncaya kadar (1 Rebîülâhir 64 / 27 Kasım 683) devam etti. Şam ordusunun kumandanı Husayn b. Nümeyr’in muhasarayı kaldırdıktan sonra birlikte Suriye’ye gidip orada biat alma teklifini geri çeviren İbnü’z-Zübeyr hilâfetini Mekke merkez olmak üzere Hicaz’da ilân etti. Abdülmelik halife olunca Mekke’ye Haccâc b. Yûsuf kumandasında bir ordu gönderdi. Tâif’e ulaşıp karargâh kuran Haccâc Mekke’ye giden yolları keserek gıda sevkiyatını engelledi ve küçük müfrezelerle şehri yıpratmaya yönelik faaliyetlerde bulundu. Üç ay sonra beklediği 5000 kişilik yardımcı kuvvet gelince Mekke’yi kuşattı (Zilkade 72 / Nisan 692). Yedi aya yakın bir süre devam eden kuşatmada mancınıklarla taşa tutulan şehirde yaşanan gıda sıkıntısı İbnü’z-Zübeyr’in taraftarları arasında çözülmelere sebep oldu. İbnü’z-Zübeyr’in bir huruç harekâtı sırasında öldürülmesinin ardından Mekke Emevî hâkimiyetine girdi (14 Cemâziyelevvel 73 / 1 Ekim 692). İbnü’z-Zübeyr’in dokuz yıl yirmi iki gün süren iktidarına son veren Haccâc Mekkeliler’den Abdülmelik adına biat aldı. Emevîler’in sonlarına doğru ortaya çıkan Hâricîler’in İbâzıyye koluna mensup Ebû Hamza eş-Şârî’nin isyanı Mekke ve Medine’ye sıçradı. 7 Zilhicce 129’da (19 Ağustos 747) 1000 kişilik bir kuvvetle Mekke’ye girip şehri kontrol altına alan Ebû Hamza burada okuduğu meşhur hutbesinde Hâricîler’in fikirlerini anlattı. 15 Cemâziyelevvel 130’da (21 Ocak 748) Vâdilkurâ’da Emevî kuvvetlerine yenilen Ebû Hamza otuz kadar yakınıyla birlikte Mekke’ye kaçtı. Medine’yi Emevî hâkimiyetine sokan Abdülmelik b. Atıyye Mekke’ye yöneldi ve Ebû Hamza ile taraftarlarını öldürerek şehri yeniden Emevî idaresine bağladı.
Abbâsîler’in ilk Haremeyn valisi olan Dâvûd b. Ali, görevine Mekke’de yaşayan Emevî ailesi ve taraftarlarını cezalandırmakla başladı. 226’da (841) hac için Mekke’ye gelen hâcib ve başkumandan Eşnâs et-Türkî’nin Halife Mu‘tasım-Billâh tarafından şehrin emirliğine atanması ve ikisi adına birlikte hutbe okunmasının ardından hutbelerde halifenin yanında ikinci bir isim zikredilmeye başlandı. Abbâsîler, Emevîler’in aksine Mekke’ye tayin ettikleri emîrlerde Dâvûd b. Ali gibi bazı istisnalar dışında akrabalık şartı aramadılar ve Abbâsî bürokrasisinde görev yapan bazı Türkler de Mekke emirliğini üstlendiler.
Mekke, Abbâsîler devrinde özellikle Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin öncülüğünü yaptığı muhalif hareketlerin merkezi oldu. Hz. Peygamber’in torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen şerif ve seyyidler, hilâfetin Abbâsîler’e geçmesinden itibaren Hicaz’da hâkimiyet kurmak için girişimlerde bulundular. Medine’de 266’da (879-80) Hasenîler ile Hüseynîler arasında mal anlaşmazlığı yüzünden çıkan ihtilâf silâhlı çatışmalara sebep olunca Hasenîler Mekke’ye gitmek zorunda kaldı. Mekke, İhşîdîler zamanına kadar bazı kısa dönemler dışında Abbâsîler’e bağlılığını sürdürdü. Karmatîler, 317 (930) yılında hac mevsiminde Mekke’ye baskın düzenlediler ve çok sayıda hacıyı katlederek Hacerülesved’i beraberlerinde götürdüler. Mekke’de sürekli olarak güçlenen Hasenîler, Karmatîler’in çekilmesinden (339/950-51) ve 331-358 (943-969) yılları arasında Abbâsî halifeleriyle birlikte adlarına hutbe okunan İhşîdîler’in sukutundan sonra şehrin idaresini ele geçirmek için çaba göstermeye başladılar. Hz. Hasan’ın dokuzuncu kuşaktan torunu Ca‘fer b. Muhammed’in Mekke’yi hâkimiyeti altına alıp hutbeyi Fâtımîler adına okutmasıyla (358/969) şehir Abbâsîler’in kontrolünden çıktı (Fâsî, Şifâʾü’l-ġarâm, II, 306; Sincârî, II, 211). Ca‘fer’in Mekke’ye hâkim olmasından itibaren halifenin yanında Mekke’nin yerel yöneticileri olan şeriflerin adının hutbelerde anılması âdet haline geldi.
Abbâsîler’in ikinci devrinden itibaren İslâm dünyası artık tek bir devletin idaresi altında değildi. Yeni kurulan devletler de Mekke’ye hâkim olarak İslâm dünyasının liderliğini üstlenmek istiyorlardı. Hicaz hâkimiyeti için yapılan rekabetten en iyi şekilde yararlanan Hasenîler, iktidarlarının devamına imkân veren devletlerle birlikte hareket edip Mekke’deki hükümranlıklarını pekiştirdiler. Bu dönemde ekonomik yönden bağlı bulunduğu Mısır’a siyasî olarak da bağlanan Mekke, Mısır’a hâkim olan devletlerle İslâm dünyasında kurulan diğer devletler arasında rekabet konusu haline geldi. Fâtımîler, Abbâsîler’le doğrudan çatışmaya girmek yerine -fiilî hâkimiyet Haremeyn’de adına hutbe okunan kimseye ait olduğundan- Hicaz’a hâkim olmanın yollarını arıyorlardı. 368-462 (978-1070) yılları arasında Mekke’de hutbeler Fâtımîler adına okundu (İbn Fehd, II, 473). Bazı Yemen hükümdarları da Mekke üzerinde hükümranlık talebinde bulundular. 6 Zilhicce 455’te (30 Kasım 1063) Mekke’yi ele geçiren Yemen Suleyhî Hükümdarı Ali b. Muhammed şehre çok miktarda erzak sevkederek halka ihsanlarda bulundu ve hutbeleri Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh ile kendi adına okuttu (a.g.e., II, 468). Suleyhî’nin öldürülmesinden sonra (459/1067) Mekke yeniden Abbâsîler’e bağlandı (İbn Kesîr, XII, 102). Fâtımîler’in Mekke hâkimiyetiyle birlikte ezan başta olmak üzere şehirde Şîa mezhebinin alâmetleri yaygınlaştı ve ilk defa bu dönemde Mekke’ye gelen hacılardan vergi alınmaya başlandı (Ahmed Sibâî, s. 197). Zaman zaman kaldırılan bu vergiler Mekke’yi yöneten şeriflerin en önemli gelir kaynaklarındandı.
Abbâsîler’in zayıflaması ve Fâtımîler’in Haremeyn’e hâkim olması üzerine Selçuklular, Mekke emîrlerini kendilerine bağlamak ve şehri yeniden Sünnî hâkimiyetine sokmak için mücadele ettiler. Bu çabalar sonucunda Mekke Emîri Ebû Hâşim Muhammed b. Ca‘fer, 462 (1069-70) yılında oğlunu ve elçisini Sultan Alparslan’a yollayarak hutbenin Fâtımîler adına okunmasına son verip Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ile kendisi adına okuttuğunu bildirdi. Bunun üzerine Alparslan Mekke emîrine kıymetli hil‘atler ile 30.000 dinar gönderdi, ayrıca yıllık 10.000 dinar tahsisat bağladı. Sultan Melikşah zamanında da Mekke’deki Sünnî hâkimiyeti kesintilerle devam etti.
Mekke, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Turan Şah’ın gayretleriyle Fâtımî hâkimiyetinden çıktı ve hutbe 569 (1174) yılından itibaren Abbâsî halifelerinin yanı sıra Nûreddin Mahmud Zengî adına okunmaya başladı (Fâsî, Şifâʾü’l-ġarâm, II, 366-367). Eyyûbîler devrinde Şâfiîlik Mekke’de hâkim mezhep haline geldi ve ilk defa “hâdimü’l-Haremeyn” sıfatını kullanan Selâhaddin adına kardeşi Tuğtegin b. Eyyûb tarafından sikke bastırıldı (581/1185; bk. İbn Fehd, II, 553). Ayrıca Selâhaddin hac için Mekke’ye gelenlerden kişi başına alınan 7,5 Mısır dinarı vergiyi kaldırdı. Mekke emîrine her yıl daha fazla yardım göndererek Mısır ve Yemen’de iktâlar oluşturdu. Mekke’de Eyyûbî hâkimiyeti, bazan Yemen hükümdarları adına hutbe okunması veya Mekke şeriflerinin bağımsız hareket etme arzuları yüzünden kesintiye uğramakla birlikte 650 (1252) yılına kadar sürdü.
I. Baybars’ın, Moğol istilâsıyla ortadan kaldırılan Bağdat Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurmasıyla Mekke Emirliği Memlükler’e bağlandı. Mekke emîrleriyle iyi ilişkiler kuran Memlük sultanları, Mekke’de hâkimiyetlerini pekiştirince hutbelerde bazan aralarında dostluğun geliştiği Altın Orda hanlarının isimlerinin kendilerinden sonra zikredilmesine izin veriyorlardı. Babası Olcaytu’nun ardından İlhanlı tahtına çıkan Ebû Said Bahadır Han’ın Memlükler ile yaptığı antlaşmanın şartları arasında İlhanlı hacılarının Mekke’ye girmesine izin verilmesi, hac mevsimlerinde şehirde her iki hükümdarın sancağının dikilmesi ve hutbede İlhanlı sultanının adının Memlük sultanından sonra zikredilmesi bulunuyordu (İbn Haldûn, V, 927).
Memlükler devrinde her yıl Mekke’ye gönderilen yardımlar artarak devam etti. Kıtlık veya güvenlik sebebiyle yardımın ulaşmaması fiyat artışlarına sebep oluyordu. Memlük sultanları Mısır, Suriye ve Anadolu’da bulunan birçok arazi ve köyü Haremeyn halkına vakfederek buralardan elde edilen mahsulü “zahire” adıyla Mekke ve Medine’ye gönderdiler. Vakıflara bakan Dîvânü’l-ahbâs’ın üç bölümünden biri olan el-evkāfü’l-hükmiyye Mekke ve Medine emlâkini idare etmekle görevliydi. Ayrıca Memlük sultanları, beytülmâle Mekke için özel tahsisat ayırarak Mekke emîrlerinin hacılardan aldıkları vergilerin kaldırılmasını sağlamaya çalıştılar (İbn Fehd, III, 302-303). Kâbe’ye 664 (1266) yılında ilk defa mahmil ve örtü gönderen I. Baybars’tan sonra Muhammed b. Kalavun ve Sultan Kayıtbay hac için Mekke’ye gidip buradaki halka çeşitli ihsanlarda bulundular.
Osmanlı Dönemi. Türk valilerin görevlendirildiği Abbâsîler devrinden itibaren zaman zaman bağımsız olarak idare edilen, bir süre Selçuklular ve Eyyûbîler adına hutbe okunan Mekke, Osmanlılar’ın ilgisini Yavuz Sultan Selim döneminden daha önce çekmişti. Memlükler devrinde Osmanlı padişahlarının Mekke’ye olan ilgilerinin gönderilen yardımlarla sürdüğü Mekkeli şair İbnü’l-Uleyf’in mısralarından anlaşılmaktadır (Sincârî, III, 229-230). Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden (Zilhicce 922 / Ocak 1517) sonra Mekke Osmanlılar’a intikal etti. Yavuz Sultan Selim Kahire’de iken Mekke ve çevresinin zaptı için asker sevketmeyi düşünmüş, ancak Mekke Emîri Şerîf Berekât’ın, oğlu Ebû Nümey başkanlığında bir heyeti Kahire’ye göndererek itaatini bildirmesi üzerine bundan vazgeçmişti. 16 ve 22 Cemâziyelâhir 923’te (6 ve 12 Temmuz 1517) iki defa huzura kabul edilen Mekke heyeti saygıyla karşılandı. Yavuz Sultan Selim, Şerîf Berekât’ın Mekke emirliğini onayladı (a.g.e., III, 226-227). Heyet Mekke’ye dönünce Şerîf Berekât, “hâdimü’l-Haremeyn” sıfatıyla andığı Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği hil‘ati giyerek onun adına hutbe okuttu, böylece Mekke’de Osmanlı hâkimiyeti fiilen başlamış oldu (Nehrevâlî, Ġazavâtü’l-Cerâkise ve’l-Etrâk fî cenûbi’l-Cezîre, s. 24-27).
Osmanlılar, Mekke’nin Memlükler zamanındaki statüsünü değiştirmediler. Mekke emîrlerine sık sık hil‘at gönderip ihsanlarda bulunarak mukaddes topraklardaki asayişi sağlamaya ve bölgedeki hâkimiyeti onlar vasıtasıyla yerleştirmeye çalıştılar. Ayrıca önce Aden’i, ardından Yemen’i ele geçirmek suretiyle Kızıldeniz’i kontrol altına alıp Mekke’yi dış tehditlerden emin hale getirdiler. Hac mevsimleri başta olmak üzere Mekke’ye ulaşımın güvenlik içinde gerçekleşebilmesi için bedevî saldırılarını önlemeye yönelik çeşitli tedbirler aldılar. Haremeyn’de yaşayan halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını öncelikli politika olarak belirlediler. Osmanlı toprakları dışındaki müslümanların Mekke’ye güven içerisinde ulaşabilmelerini sağlamak için de çaba gösterdiler. Bu amaçla Hint Okyanusu’na donanma gönderebilmek için Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan bir kanal açmayı düşündüler (7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 351-352). Osmanlı-Safevî mücadelesinde, şahların Mekke’de çıkan bazı olayları açık veya gizli şekilde desteklemeleri sebebiyle özellikle savaş durumlarında İranlı hacıların Osmanlı topraklarına girmeleri yasaklanırdı. 962’de (1555) imzalanan Amasya Antlaşması ile İranlı hacıların Mekke’yi ziyaretine izin verildi. Ancak İran ile olan ihtilâf XVIII. yüzyılda farklı bir boyut kazandı. 1148’de (1736) İran’da iktidara gelen Nâdir Şah, beşinci mezhep olarak Ca‘ferîliğin tanınması ve Mekke’de bir makam tahsis edilmesini istediyse de Osmanlılar bunu reddetti.
Mekke, Osmanlı hâkimiyeti sırasında 923’te (1517) Kâbe’nin anahtarlarıyla mallarının çalınması ve Yemen’de bulunarak geri getirilmesi, hac mevsimlerinde meydana gelen olaylar, şerifler arasında nüfuz mücadelesi, 958’de (1551) Ebû Nümeyy’in emîr-i hac Mahmud Paşa ile olan anlaşmazlığına benzer şekilde şeriflerle Osmanlı idarecileri arasında yetki problemlerine dayanan hadiseler, Mısır’da isyan eden Bulutkapan Ali Bey’in bir süre Mekke’yi ele geçirmesi (Safer 1184 / Haziran 1770) ve bedevî baskınları gibi bazı ufak çaplı olaylar dışında -Muhammed b. Suûd ve taraftarlarının ortaya çıkışına kadar- genellikle sakin bir dönem geçirdi. Vehhâbîler’i başlangıçta tehdit unsuru olarak düşünmeyen Mekke şerifleri, zamanla bu hareketin aleyhlerine geliştiğini ve Hicaz’daki otoritelerini sarstığını gördüler. Mekke Emîri Şerîf Mes‘ûd b. Saîd, dört mezhebe aykırı ve yıkıcı fikirlerinden vazgeçmediği takdirde Muhammed b. Abdülvehhâb’ın katlinin vâcip olduğuna dair Mekke ulemâsından aldığı fetvayı İstanbul’a bildirdi (İzzî, vr. 208a). İbn Abdülvehhâb ve taraftarlarının ikna edilerek halka zarar vermelerinin önlenmesini isteyen ve olayı önemsemeyen Osmanlı idaresi, Mekke şeyhülharemi Osman Paşa’dan şeriflere yardım edip bu işi çözmesini istedi. Vehhâbîler, Mekke’de düzenlenen hac törenlerini propaganda amacı için kullanmayı düşündüklerinden ulemânın fetvasına istinaden 1184’e (1770) kadar buraya sokulmadılar. Muhammed b. Suûd’dan (ö. 1179/1765) sonra Vehhâbîler’in başına geçen oğlu Abdülazîz b. Muhammed Hicaz’ı ve özellikle Mekke’yi tehdit etmeye başladı. Hac yollarının güvenliğini sarsan bu hareket, Mekke’ye gelen hacı sayısının azalmasına ve Mekke emîrlerinin önemli bir gelirden mahrum olmalarına yol açtı. Mekke Emîri Şerîf Sürûr b. Müsâid, Vehhâbîler’in tıpkı Şiîler gibi hac vergisi ödemeleri halinde Mekke’ye girebileceklerini bildirdi (1187/1773). 1189’dan (1775) itibaren de herhangi bir şart koşmadan Mekke’ye girip çıkmalarına izin vermek zorunda kaldı. 1213’te (1798) Mekke Emîri Şerîf Gālib b. Müsâid’in yaptığı antlaşma ile Mekke Emirliği Vehhâbîler’i resmen tanıdı (Cevdet, VII, 197). 1803 Şubatında ele geçirdiği Tâif’in ardından Mekke’ye yönelen Abdülazîz’in oğlu veliaht Suûd ve taraftarları, Cidde’ye kaçan Şerîf Gālib’in kardeşi Abdülmuîn’in ve şehrin eşrafından bazı kimselerin gayretleriyle Mekke’yi işgal etti (30 Nisan 1803). Mescid-i Harâm’da mezhebine ait risâleyi okuduktan sonra şeriflerden Abdülmuîn b. Müsâid’i Mekke emirliğinde bıraktı (Çelebizâde Âsım, s. 306-307). Ardından Kâbe ve Makām-ı İbrâhim dışında Mekke’deki önemli ziyaretgâhlar tahrip edildi ve mezarların kubbeleri yıktırıldı (BA, HH, nr. 3812). Mekke’nin işgali Osmanlı Devleti’nce meşruiyetlerini sarsan bir olay olarak görüldü. Suûd’un on gün kadar kaldığı Mekke’de 200 kişilik bir kuvvet bırakarak ayrılmasını fırsat bilen Şerîf Gālib, Cidde Valisi Şerif Paşa’nın yardımıyla Mekke’yi kuşattı (12 Temmuz 1803) ve yirmi beş gün süren kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi (Cevdet, VII, 212-214). Bunun üzerine Suûd, Şerîf Gālib’in Medine’yi kendisine bırakması ve Cidde gümrüğünde taraftarlarından vergi alınmaması şartıyla Mekke’yi ona terketti. Ancak 1803 Kasımında ölen babasının yerine emirlik makamına geçen Suûd’un şehre yönelik tehdidi devam etti. 1805 yılının sonlarında Mekke’yi yeniden kuşattı. Üç ay kadar süren kuşatmanın ardından Osmanlı yardımından ümidini kesen Mekke Emîri Şerîf Gālib emirlikte kalmak şartıyla şehri Vehhâbîler’e teslim etti (Ocak 1806). Mekke’de fiilen hâkimiyeti sona eren Osmanlı Devleti, Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle ilgili meselelerle uğraştığı için şehri kurtarmaya yönelik ciddi tedbirler alamadı. Hicaz’daki Vehhâbî tecavüzlerini ortadan kaldırmakla görevlendirilen Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’yı Mekke’ye gönderdi. Medine ve çevresindeki kabileleri itaat altına alan Tosun Paşa, Mekke’ye yönelerek gizlice anlaştığı Mekke Emîri Şerîf Gālib’in yardımıyla şehre girdi (23 Ocak 1813). Mekke’nin kurtuluşu İstanbul ve Mısır’da törenlerle kutlandı ve Kâbe’nin anahtarının hazineye teslim edilmesinin ardından (30 Ağustos 1813) yedi gün top şenliği yapıldı (Câbî Ömer Efendi, II, 951, 977). Tosun Paşa, Medine ve Mekke’den uzaklaşmasına karşılık babasının yerine emîr olan Abdullah b. Suûd ile antlaşma yaptı. Ancak Mehmed Ali Paşa, antlaşmayı onaylamayarak oğlu İbrâhim Paşa kumandasında ikinci bir orduyu Hicaz’a gönderdi. Mehmed Ali Paşa işgalde sorumlu gördüğü, ayrıca Vehhâbîler’e karşı hatalı siyaset izlediğini düşündüğü Mekke Emîri Şerîf Gālib’in azledilerek yerine Şerîf Yahyâ b. Sürûr’un tayin edilmesini sağladı (Şubat 1814; bk. Şânîzâde, II, 214). İbrâhim Paşa’nın Hicaz’daki faaliyetlerine başladığı sıralarda (Eylül 1816) Vehhâbîler’in Mekke’de yaptıkları tahribatın tamiri için İstanbul’dan gönderilen usta ve işçiler çalışmalarına başlamışlardı (Burckhardt, s. 170). Vehhâbîler’in Hicaz hâkimiyetine son veren İbrâhim Paşa (1818), II. Mahmud tarafından Cidde sancağı ile birlikte Habeş eyaleti valiliğine ve Mekke şeyhülharemliğine getirildi (BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 61, 10782).
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, Mekke emîri olan şeriflerin bağımsız hareket etme istekleri, Arap milliyetçiliği hareketinin hız kazanması ve Avrupa devletlerinin Ortadoğu’ya yönelik artan ilgileri bölgedeki denetimi gittikçe güçleştiriyordu. Osmanlı idaresi, Tanzimat’tan itibaren merkezî hükümetin etkinliğini arttıran tedbirleri süratle uygulamaya koydu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Medine’ye ulaştırılan Hicaz demiryolunun Mekke’ye kadar uzatılmasının tasarlanması, telgraf ve telefon hatlarının döşenmesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasından (1869) sonra merkezden düzenli asker sevkine başlanması, Mekke-Medine arasında ulaşım güvenliğinin sağlanması için 1500 kişilik bir seyyar kuvvet oluşturulması, zaptiye ve jandarma alaylarının kurulması gibi pratik sonuçları da görülen merkezîleşme eğiliminden amaç Mekke’de Osmanlı nüfuzunun devamını sağlamaktı. Bütün bu faaliyetler, başlangıçta ayrılıkçı ve milliyetçi hareketler yerine merkezî idareye entegrasyonu hızlandırdıysa da sonraki dönemde bazı ayrıcalıklarını ve özerkliklerini yitiren Mekke eşrafını rahatsız etti; şeriflerin siyasî etkinliklerini fırsat buldukça Osmanlı Devleti aleyhinde kullanmalarından dolayı Mekke’deki Osmanlı nüfuzunun gittikçe azalmasına sebep oldu. Öte yandan Mekke halkının zorunlu askerlikten ve vergiden muaf tutulması kararlaştırıldı (Kayalı, s. 162). Hicaz demiryolunun Medine’ye ulaştırılmasının ardından Osmanlı idaresi Hicaz’daki olaylara Medine üzerinden müdahalede bulunmayı tercih etti. Mekke’de törenlerle kutlanan II. Meşrutiyet’in ilânından sonra merkeziyetçi politikalara hız verilerek şehir kontrol edilmeye çalışıldıysa da Osmanlı idaresi aleyhine faaliyetler arttı. Mekke’de kurulan yerel komite mahkûmları serbest bıraktı ve şehre girişteki ayakbastı parasını kaldırıp Osmanlı Valisi Râtib Paşa’nın koyduğu deve başına vergiyi en aza indirdi (a.g.e., s. 69). Hicaz’da çok düzensiz olarak gerçekleşen 1908 seçimlerinde Mekke’den Hindistan asıllı Hanefî müftüsü Abdullah Saraç mebus seçildi. Ancak Abdullah Saraç yolda iken istifa ederek geri döndü. 1909’da seçimi yenileyen Şerîf Hüseyin, oğlu Abdullah ile Hasan b. Abdülkādir eş-Şeybî’yi Mekke mebusu olarak İstanbul’a gönderdi (BA, Dahiliye-Muhâberât-ı Umûmiyye İdaresi, nr. 69/3). Yeni hükümetin Mekke’ye yönelik ilk icraatı Râtib Paşa’nın yerine Kâzım Paşa’yı vali tayin etmesi oldu. Büyük bir Arap devleti kurmak amacıyla çeşitli faaliyetlerde bulunan ve İngilizler’in desteğiyle hareket eden Şerîf Hüseyin, Osmanlı hükümetinin Mekke’yi kontrole yönelik politikalarından rahatsızlığını açıklamaktan çekinmeyerek isyan için fırsat bekliyordu. Bu arada I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni paylaşmak üzere aralarında gizli antlaşmalar yapan İtilâf devletleri, Mekke’nin Osmanlılar’dan alınıp bağımsız Arap yönetimine verilmesi konusunda da anlaştı. Şerîf Hüseyin ayaklanarak (27 Haziran 1916) Cidde valisi ve diğer Osmanlı idarecilerinin faaliyetlerini engelleyip Mekke’de üstünlük sağladı ve 3 Kasım 1916’da başşehri Mekke olan Hicaz Hâşimî Krallığı’nı kurdu (Ahmed Sibâî, s. 614). Osmanlı idaresi, isyanın ardından Temmuz başında Mekke emirliğine Şerîf Ali Haydar’ı tayin ettiyse de yeni emîr Mekke’ye giremediğinden görevini Medine’den sürdürmeye çalıştı. Ali Haydar Mekke’ye gitmeden emirlik unvanını iki yıl daha taşıyıp tahsisatını aldı. Şehir, Abdülazîz b. Suûd’un (Abdülazîz b. Abdurrahman b. Faysal) burayı ele geçirdiği 16 Ekim 1924 tarihine kadar Hicaz Hâşimî Krallığı’nın idaresinde kaldı. Hâşimîler’den alınan Mekke 1932’de Suudi Arabistan adı verilen devletin önemli şehirlerinden biri haline geldi.
Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra merkezî denetimle mahallî iktidar arasındaki dengelerin değiştiği farklı bir hükümet sistemi geliştirilerek mevcut yapı aynen sürdürülmüştü. Osmanlılar şerifleri görevlerinde bırakıp Mekke içindeki yetkilerini sürdürmelerine izin verdiler, yerleşmiş kuralları mümkün olduğunca az değiştirerek devamını sağladılar. Hatta kutsal beldelere ve Ehl-i beyt’e mensup olan emîr ailesine duyulan saygı dolayısıyla Mekke’deki kale ve burçlara, Osmanlı hâkimiyet alâmeti sayılan bayrağın teşhir edilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı Sultan Abdülaziz zamanına kadar Osmanlı bayrağı asılmadı (Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 685). Mekke’de Osmanlı otoritesi, merkezî hükümetin tayin ettiği şeyhülharemle her yıl Mısır’dan gönderilen askerî birlik tarafından, mahallî otorite ise Osmanlı sultanının muvafakati ile göreve gelen Mekke emîri şerifler vasıtasıyla temsil ediliyordu. Osmanlı idaresinin yerleşmesine paralel olarak bu iki görevlinin yanında Mekke’nin idarî yapısında kadı, nâzır-ı emvâl ve şurta vazifelendiriliyordu. Başlangıçtan itibaren Mekke’de Osmanlı nüfuzu, şehri korumanın yanında buradaki asayiş ve emniyeti tesise yönelik olarak tasarlanan askerî alanda görülüyordu. Fetihten sonra her yıl münâvebe ile gönderilen ve altı bölükten teşekkül eden, bazan Mekke emîrleri veya şehir halkı ile ihtilâflar yaşayan birliğin sayısı hac dönemlerinde 2000’e kadar ulaşıyordu. Mekke emîrinin emrinde çevredeki kabilelerle şehre mücâvir olarak yerleşenlerden meydana gelen bir birlik bulunur ve Osmanlı Devleti bazan bu birlikten yarımada içerisinde çeşitli askerî faaliyetlerde faydalanırdı (7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 387-388).
Şehir Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra bütün malî ve idarî işleri Mısır beylerbeyilerine havale edildi. Mekke’nin idaresi Mısır üzerinden yürütülmekle birlikte görevliler merkezden atanırdı; idarecilerin masrafları Mısır hazinesinden ve Mekke emîrlerine de pay verilen Cidde gümrük gelirinden karşılanırdı. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mısır’dan ayrılan Mekke bazan Mısır valisine bırakılan, Mekke şeyhülharemliği görevinin eklendiği Cidde sancak beyinin idaresi altına giriyordu. XVII. yüzyıldan başlayarak daha çok Habeş eyaletine bağlı olarak yönetildi. XVIII. yüzyılda Cidde eyaleti valisi, Habeş beylerbeyi ve Mekke şeyhülharemi unvanlarıyla anılan, Mekke’nin yanında Cidde, Tâif ve Medine’de oturabilen vali tarafından idare edildi. Mısır eyaletinin veraset yoluyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakılmasından sonra (1840) Mekke yeniden düzenlenen Hicaz eyaletine bağlandı. Merkezî hükümetin Mekke emîrleriyle valilerin görev ve yetkilerini açık bir şekilde belirlememiş olması sık sık yetki anlaşmazlığına yol açıyordu. Vehhâbîler’in Hicaz’dan çıkarılmasının ardından Mısır beylerbeyinin nâibi olarak Mekke muhafızlığı tesis edildi (C. Snouck-Hurgronje, I, 281). 1864 tarihli Vilâyet Kanunu’na göre yeniden teşkilâtlandırılan Hicaz eyaletinde Mekke vilâyet merkezi yapılarak şehirde belediye teşkilâtı kuruldu. 1869’da üyelerinin bir kısmı seçimle gelen, bir kısmı şehirdeki görevlilerden oluşan belediye meclisi teşkil edildi (a.g.e., I, 291-292). Daha önce Mekke’de muhtesibin işlerini kadılar, şeyhülharemler ve bina eminleri üstleniyordu. Tanzimat sonrası yapılan düzenlemede Mekke’nin sağlık ve temizlik işlerini denetleyen özel birimler ortaya çıktı. 27 Mayıs 1840 tarihli karantina nizamnâmesiyle Mekke’de sıhhiye müfettişliği oluşturuldu.
Mekke’de mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın yanında din, hukuk ve eğitim konularında da çeşitli düzenlemeler yapıldı. Şehir Osmanlı idaresine girince buraya yeni bir kadı tayin edildi. Mekke halkının önemli bir kısmı Hanefî mezhebi dışındaki mezheplere mensup olduğu için diğer mezheplerden de kadılar görevlendirildi ve Hanefî kadısı Memlükler dönemindeki gibi şer‘î mahkemenin başkanlığını yürütmeye devam etti. 1910’da Adliye Nezâreti’nin şehirlerdeki mahkemeleri yeniden düzenleme isteğine Hicaz mebusları, halkının tamamı müslüman olan mukaddes şehirler için uygun düşmeyeceği gerekçesiyle karşı çıktılar. Bunun üzerine Mekke ve Medine mahkemeleri Adliye Nezâreti’nin yetki ve sorumluluğundan çıkarılarak şeyhülislâmlık makamına bağlandı (Kayalı, s. 173). Mekke’de dinî işler Mekke emîriyle iş birliği halinde bulunan şeyhülharemler, genellikle Bâbıâli tarafından Mekke âlimleri arasından seçilen dört mezhep müftüsü ve geç dönemde ortaya çıkan Harem-i şerif müdürleri vasıtasıyla yürütülüyordu.
Osmanlı devrinde Mekke’nin fizikî yapısını daha önceki dönemlerde olduğu gibi şehrin ortasında yer alan Mescid-i Harâm belirliyordu ve buranın bakım ve onarımı özel bir önem kazanıyordu. Hac törenlerine uygun özel bir çevre meydana getirme girişimi yalnız Mescid-i Harâm’la sınırlı kalmıyor ve şehrin tamamını kapsıyordu. Su şebekesi ve kamu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağlanması için sürekli yatırım yapılıyordu. Mekke, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i şerif merkezli olarak gerçekleştirilen sosyal ve kültürel bina kompleksleriyle yeni bir çehre kazandı. Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh’tan Osmanlı hâkimiyetine kadar bazı tamir ve düzenlemeler yapılmışsa da Mekke mimari açıdan kesin şeklini, Mescid-i Harâm’a bağlı olarak yapılan düzenlemelerle II. Selim ve III. Murad dönemlerine rastlayan 1572-1581 yılları arasında aldı. Mekke’de Harem-i şerif’in çevresi dışında şehri kuşatan dağ eteklerinde yoğun bir iskân vardı. Şehrin Osmanlı öncesi dönemde yapılan surlarında zaruret olmadıkça açılmayan kuzeyde Ma‘lât, güneyde Mesfele ve güneybatıda Şübeyke kapıları bulunuyordu. Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için sura ilâve olarak yaptırılan (1781-1783) ve 2001’de yıktırılan Ecyâd, çevresinde bedevîlerin yoğun biçimde yerleştiği Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi. Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı medeniyetinin unsurlarını yansıtmaya başlayan bir merkez haline getirilmeye çalışıldı. Şehirde padişahlar, hânedan mensupları ve diğer ileri gelenlerle zengin vakıflar sayesinde idarî binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zâviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, sıhhiye idareleri ve sebiller yapıldı. Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. Bunlardan biri Sokullu Mehmed Paşa’nın planını Mimar Sinan’a çizdirdiği hamam, diğeri ise Sinan Paşa tarafından yaptırılan hamamdı (Seyahatnâme, IX, 778). Mekke’de IV. Mehmed’in zevcesi Gülnûş Sultan tarafından inşa ettirilen dârüşşifânın yanında XIX. yüzyılda iki hastahane mevcuttu. Bu devirde başta Hz. Peygamber’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan bazı mekânlar korundu. 1860’ta yapımına başlanan Mecidiye Hükümet Konağı II. Abdülhamid zamanında bitirildi. Daha sonra Safâ tepesi civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve postahane gibi binalarla Mekke’nin sosyal ve kültürel yapılaşması tamamlandı.
Osmanlı devrinde sel yataklarının yolları değiştirilerek Kâbe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararların en aza indirilmesine çaba gösterildi. Gerek yerli halkın gerekse hac mevsimlerinde gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Kutsal kabul edilen ve hacılar tarafından götürülen zemzemle ilgili çalışmalar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Aynizübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Aynihanîn kanallarıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuşturuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma, Aynizübeyde ve ona ilâve edilen Ayniza‘ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.
Mekke’nin Osmanlı dönemindeki nüfus durumu hakkında XIX. yüzyıla kadar doğrudan resmî bir tesbite dayalı bilgi bulunmamaktadır. XVI. yüzyılın sonlarında verilen tahsisatlardan şehrin nüfusu 15.000 olarak tahmin edilmektedir (Faroqhi, s. 93). Hac mevsimlerinde nüfusu ikiye, üçe katlanan Mekke’nin 1816’da 100.000’den fazla bir nüfus için uygun olduğu, ancak şehrin harap ve evlerin büyük bir kısmının boş kaldığı kaydedilir (Travels of Ali Bey, II, 103). XIX. yüzyılın başında 40.000 olan Mekke’nin nüfusu, Vehhâbî işgalinden sonra artan göçler, İstanbul ve Mısır’dan gelen görevlilerle 1890’da 100.000’e ulaştı (Courtellemont, s. 148). 1309 (1891-92) tarihli Hicaz Vilâyeti Salnâmesi’nde ise (s. 184) 110.000 rakamı verilir. 1909’da Mekke’yi ziyaret eden Betenûnî tarafından verilen 50.000 Arap, 25.000 bedevî, ayrıca Buharalı, Hintli, Mağribli, Cavalı, Afgan ve çeşitli ırklara mensup olmak üzere 150.000 rakamı abartılıdır (er-Riḥletü’l-Ḥicâziyye, s. 118). I. Dünya Savaşı esnasında 125.000 olarak tahmin edilen Mekke nüfusu, Şerîf Hüseyin’in isyanı ve Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle 1923’te 60.000’e kadar inmişti (EI2 [İng.], VI, 159). 1865’ten itibaren görülmeye başlanan kolera salgınları, alınan bütün tedbirlere rağmen Mekke’nin ciddi ölçüde nüfus kaybına sebep olmuştur. Mekke, Osmanlı hâkimiyetindeki toprakların çeşitli bölgelerinde yaşayan insanların gitmek istedikleri bir mekân özelliği de taşır. Müslümanların burayı tercihlerinde, mukaddes yer olmasının yanında Osmanlı Devleti’nin kutsal mekânlara yönelik siyasetiyle buraya gösterdiği ihtimam rol oynamıştır. Farklı kültürlere mensup olan ve bazan şehrin yerli halkıyla ihtilâflar yaşayan bu insanlar Mekke’ye gelirken beraberlerinde mahallî âdetlerini de taşıyarak kültürel sentez oluşumuna katkıda bulundular. Mücâvirlerle şehrin yerlilerinin kültürünün birleşiminden mûsiki, mimari, giyim kuşam ve mutfak alanında yeni bir Mekke geleneği doğdu. Mekke’de Osmanlı öncesinde olduğu gibi bu devirde de gayri müslimlerin ikametine izin verilmedi. Bununla birlikte bazı şarkiyatçıların farklı kimlikle şehre girdikleri bilinmektedir.
Ticarî yönden fazla gelir kaynağına sahip olmayan Mekke tarıma elverişli arazi bakımından da bölgenin en fakir yeriydi; tek geliri, şehre uğrayan ticaret kervanlarıyla hac mevsimlerinde yoğunlaşan ticarî faaliyetlere dayanıyordu. Hac mevsimleri dışında ticarî canlılık görülmeyen Mekke’de bu dönemde fiyatlar artar, bazan temel ihtiyaç maddelerinin eksikliği hissedilirdi. Hac mevsimlerinde Mekke’de ticaret, Arafat dönüşü birkaç gün kalınan Mina ile şehrin içerisinde bulunan iki kapalı çarşı ve çevresindeki dükkânlarda gerçekleşiyordu. En canlı pazar, Safâ ile Merve tepeleri arasında yer alan ve Johann Ludwig Burckhardt tarafından İstanbul çarşılarına benzetilen (Travels in Arabia, s. 117) Mes‘â caddesinde kurulurdu. Mekkeliler büyük ölçüde, vakıflar başta olmak üzere merkezî idare ile Mısır üzerinden gönderilen kaynaklardan bir tür bağışa dayanan gelirle geçimlerini sağlıyordu. Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra şehrin giderlerinin önemli bir bölümü Mısır hazinesi ve Cidde gümrük gelirlerinden karşılanmaya başlanmıştı. Mekke’ye bazan Yemen’den erzak gönderilmiş olsa da Ortaçağ’larda ve Osmanlı devrinde burada tüketilen tahılın tek kaynağı Mısır’dı. Süveyş Kanalı’nı açma teşebbüsleri de donanmanın Hint Okyanusu’na inebilmesi yanında Suriye ve Anadolu’dan mal sevkinin kolaylaştırılması ve Mısır’a bağımlılığın önlenmesine yönelikti. Bazan hac mevsimlerinde Mekke’nin yiyecek ihtiyacı Cidde Limanı’ndan karşılanamaz hale gelince Sevâkin ve Masavva‘ limanları devreye girerdi. Mekke Anadolu’nun ekonomik hayatı bakımından da önemlidir. Hac kervanlarının gidiş ve dönüşü karşılıklı mal değişimine imkân verdiğinden Mekke imalât merkezi olmadığı halde bilhassa Hindistan’dan gelen mallar başta olmak üzere kumaş, baharat, esans, kahve gibi emtianın Anadolu’ya ulaşmasında ara merkez rolünü oynuyordu. XX. yüzyılın başlarında özellikle hediyelik eşya üretiminde gelişme sağlandı ve Mekke’de üretilerek satılan mallar yaygınlaştı. İstanbul ile Mekke arasında en önemli bağlantı noktalarından biri de Kâbe örtüleriydi. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında sadece iç örtüler İstanbul’da hazırlanmaya başlanmış, III. Ahmed devrinden itibaren bütün örtüler İstanbul’da dokunarak Mekke’ye gönderilmiştir. Mekkeliler’in önemli gelir kaynakları arasında hac dönemlerinde üstlendikleri rehberlik hizmetleri de bulunuyordu. “Delil” adı verilen rehberler Mekke’ye dışarıdan gelenlere kılavuzluk yaparak ihtiyaçlarıyla ilgilenirlerdi.
İstanbul ve Mısır’dan şehirdeki yerli halka her yıl düzenli olarak gönderilen surre, cevâlî, cerâye, Cidde gümrük gelirlerinin bir kısmı ve doğrudan merkezî idare ile vakıflardan yollanan tahsisatlar gibi çeşitli şekillerde para ve mal aktarılırdı. Mekke’nin sürekli sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Mısır’da Eyyûbî ve Memlük dönemlerinden kalan vakıflar aynen muhafaza edildi. Anadolu, Suriye, Kıbrıs ve Balkanlar’da bunlara yenileri eklendi. Kanûnî Sultan Süleyman’dan itibaren Haremeyn evkafı avârız-ı dîvâniyye, tekâlîf-i örfiyye ve öşür gibi vergilerden muaf tutuldu (Akgündüz, VII, 54). Mısır’ın fethedildiği yıl Mekke’de divana kaydolan 12.000 kişiye 5000 irdeb buğdayın dağıtılmasıyla başlayan ve her yıl düzenli biçimde gönderilen zahirenin miktarı zamanla 17.000 irdebbe ulaştı. Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Mekke’de mücâvir olanları defterlere kaydettirerek her birine Mısır hazinesinden 100’er dinar tahsis etti (Sincârî, III, 230). Yıllık tahsisatlarını bir defada peşin alan Mekkeliler’in yılın bir kısmında sıkıntıya düşmeleri üzerine II. Mahmud, bu usulü kaldırarak şehirde teşkil edilen müdüriyet hazinesi vasıtasıyla aylık ödeme sistemini uygulamaya koydu. Başta Hürrem ve Gülnûş sultanlarla Makbul İbrâhim Paşa tarafından yaptırılanlar olmak üzere Mekke’deki imaretlerde pişirilen ve “deşîşe” denilen çorbanın halka dağıtılması işi de sürdürülüp ilâve sadakalarla desteklendi. Bunların dışında zaman zaman Suriye ve Mısır’da toplanan verginin bir kısmı Haremeyn’e ek gelir olarak tahsis edilirdi (3 Numaralı Mühimme Defteri, s. 133-134; 7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 173-174).
Mekke, Osmanlı döneminde de İslâm dünyasının özellikle hac mevsimlerinde dinî ilimlerle uğraşan ulemâ için bir merkez olma özelliğini sürdürdü. Şehirde kültürel canlılığın korunmasında Mescid-i Harâm’da kurulan ilim halkaları, buraya yerleşen âlimler, Taberî, İbnü’z-Zahîre, Fâkihî, Mürşidî, Sincârî, Dahlân, Sünbül ve Abdüşşekûr gibi birkaç nesil ilimle uğraşan ve evleri birer ilim merkezi olan aileler, küttâblar, kütüphaneler, sayıları arttırılan medreseler ve bunların etrafında canlanan tasavvufî düşüncenin önemli rolü oldu. Osmanlı devrinde Mekke’de kültürel hayatın canlı kalmasında şehre mücâvir olarak yerleşen ve Anadolu, Şam, Mısır, Mağrib, Orta Asya’ya kadar geniş bir yelpazeye mensup olan âlimlerin büyük katkıları vardı. Osmanlılar miras aldıkları medreselerin ayakta kalmasını sağlamışlar ve onlara yenilerini ilâve etmişlerdir. Mekke’de bilinen en eski medrese planını Mimar Sinan’ın hazırladığı, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından dört mezhep için ayrı ayrı 50.000 altın harcanarak 972’de (1464-65) inşa ettirilendir (7 Numaralı Mühimme Defteri, I, 432-433). Bunlardan Hanefî Medresesi’nde tefsir ve usul gibi dinî ilimlerin yanında tıp da okutuluyordu (Mir’âtü’l-Haremeyn, I, 760). III. Murad’ın yaptırdığı medresenin dışında meşhur Mekke medreseleri arasında Şehid Mehmed Paşa, Dâvud Paşa, Hasekiye, Sinan Paşa, Sokullu Mehmed Paşa ve Mahmûdiye sayılabilir. Şehirde hac mevsimlerinde dışarıdan gelenlerin barındığı tekke, zâviye ve ribâtlarda da ilmî hareketlilik görülmekte; Kādiriyye, Senûsiyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Rifâiyye, Celvetiyye ve Şâzeliyye gibi tarikatlar şehrin dinî ve kültürel hayatına önemli katkılar sağlamaktaydı. 969’da (1562) mahmil kadısı olarak Mekke’ye giden Abdurrahman Gubârî adına Kanûnî Sultan Süleyman tarafından bir Nakşibendî zâviyesi inşa ettirilmişti. Evliya Çelebi, sayılarını yetmiş sekiz olarak verdiği tekkeler arasında Kaptanıderyâ Mûsâ Paşa’nın yaptırdığı mevlevîhâne ile Kādirî Dergâhı’nı şehrin en önemli tasavvuf merkezleri olarak sayar (Seyahatnâme, IX, 772-773). Sayıları altmışa ulaşan müderrislerin Harem-i şerif’te halka açık ders verdikleri Mekke’de Tanzimat’tan sonra modern eğitim kurumları ortaya çıktı. 1885-1886’da rüşdiye ve 1909’da idâdî, ayrıca el-Medresetü’s-Savletiyye gibi özel okullar açıldı.
Mekke’nin eğitim ve kültürel hayatının önemli kurumlarından biri de kütüphanelerdir. Bunların en eskisi, Sultan Abdülmecid tarafından 3653 cilt kitap temin edilerek yeniden düzenlenen Mescid-i Harâm’daki kitaplıktır. 1278 (1861-62) seli bu kütüphaneye büyük zarar vermiştir. Mekke’de medreselere, ribâtlara, tekkelere ve özel şahıslara ait kütüphaneler de mevcuttu.
1887’de Hicaz Valisi Osman Nûri Paşa tarafından Mekke’de Vilâyet adlı devlet matbaası kurularak Hicaz salnâmeleri yayımlanmaya başlandı (M. Abdurrahman eş-Şâmih, s. 12-13). II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Ḥicâz adlı Arapça-Türkçe yayın yapan haftalık ilk resmî gazete Vilâyet Matbaası’nda basıldı (3 Kasım 1908). İttihatçı bir çizgiyi benimseyen ve Mekke emîrinin şehre hükmetmesini önlemeye yönelik bir anlayışı temsil eden Şemsü’l-ḥaḳīḳa isimli haftalık bir gazete çıkarıldı (16 Şubat 1909). Arapça-Türkçe yayın yapan Şemsü’l-ḥaḳīḳa’nın dağıtımı Şerîf Hüseyin tarafından engelleniyordu (a.g.e., s. 57; Sibâî, s. 566). Şerîf Hüseyin, 15 Ağustos 1916’da Hâşimî Krallığı’nın resmî yayın organı olan el-Ḳıble adlı bir gazete çıkardı (M. Abdurrahman eş-Şâmih, s. 104).
Bugünkü Mekke. Suûdî hâkimiyetine girdiği 1924 yılından itibaren bu hânedan mensupları arasından tayin edilen ve şehrin en yüksek görevlisi olan emîr belediye başkanı ve şehir meclisiyle birlikte yönetimi üstlenmektedir. 2 Temmuz 1978’de birinci dereceye yükseltilen Mekke belediyesi “Emânetü Mekke” adını almıştır. Mekke ile ilgili faaliyetler Hac ve Evkaf Bakanlığı’nın görev alanı içerisinde ilk sırada gelmektedir.
Mekke’nin çekirdeğini Harem-i şerif’in çevresinde yoğunlaşan, bazılarının kuruluşu İslâm öncesine kadar giden semtler oluşturur. 1930’lu yıllarda yaklaşık 60.000 nüfusu barındıran şehrin Cervel’den başlayarak Ma‘lât’a kadar uzanan tek bir ana caddesi vardı; mahallelerin bir kısmı ancak yüklü bir hayvanın geçebileceği kadar dar tutulmuş sokaklarında evler bitişik nizamda sıralanmıştı. Gölge yoğunluğunun çok fazla olduğu bu sokaklarda Mekke’nin özellikle yaz aylarında artan çöl sıcağının etkisinin azaltılması hedeflenmişti. Mekke’de sokaklara açılan evlerin inşa tarzında iklim ve coğrafya şartları gözetilmiş, bilhassa sam yelinin meydana getirdiği sıcakların az hissedilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bu dönemde Harem-i şerif’in etrafında evler düz damlı ve güneş ışığını kıran hasır perdeli kâgir binalar iken şehrin çevresine yayılmış olanlar hasır ve ottan yapılmış basit yapılardı. Günümüzde bu özellikler, sadece Mescid-i Harâm’ın çevresine açılan bazı sokaklar üzerinde yer alan, genellikle hazır mal alıp satan esnafın oluşturduğu çeşitli meslek gruplarına göre adlandırılan açık ve kapalı çarşılarda görülmektedir. Bunlardan Safâ ile Merve arasındaki caddede bulunan çarşı Mescid-i Harâm’ın 1955’te genişletilmesi esnasında buraya dahil edilmiştir.
Tarih boyunca Mescid-i Harâm’ın çevresine sıkışıp kalan Mekke’nin asıl gelişimi, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan petrol gelirleri sayesinde gerçekleştirildi. Bu dönemde şehir farklı mimari tarz ve malzeme ile yeni bir çehre kazandı. Daha önce Mekke, merkezinde Mescid-i Harâm’ın yer aldığı Ma‘lât ve Mesfele’nin ötesine taşmayan yaklaşık 80.000 kişinin yaşadığı bir şehir durumundaydı. Mekke’nin planında ilk önemli değişiklikler, 1955’ten itibaren başlayan Mescid-i Harâm’ı genişletme faaliyetleri esnasında ortaya çıktı. Bu faaliyetler sırasında şehir Vâdiibrâhim bölgesinin dışına taşmaya başladı ve tepelerle dağların eteklerinde yeni yerleşim sahaları oluştu. Şehir, daha önce yaygın bir yapılaşmanın bulunmadığı veya ilk defa kurulan güneybatıda Rusayfe, güneydoğuda Azîziye, doğuda Faysaliye, kuzeyde Uteybiye, kuzeybatıda Nüzhe, batıda Zehrâ ve Hindâviye gibi semtlere doğru genişledi. 1980’li yıllardan itibaren oluşmaya başlayan bu semtlerle birlikte şehrin fizikî yapısı tamamen değişti. 1955, 1959 ve 1989 yıllarında Mescid-i Harâm çevresinde yapılan düzenlemelerin ardından Harem-i şerif’in etrafında yoğunlaşmış çok sayıda meskenin yıkılarak arsalarının mescide dahil edilmesi şehrin dışa doğru genişlemesinde etkili oldu. Eski merkeze göre daha yüksek yerlerde kurulan bu semtlerde çöl sıcağının daha az hissedilmesi buralara talebi arttıran diğer bir faktördü. XX. yüzyılın başlarında seyrek yerleşmenin bulunduğu semt sayısı on beş iken bu gelişmeden sonra yerleşim yoğunlaşarak semt sayısı otuza çıktı. Şehir merkezinden başlamak üzere Kâbe’den daha yüksek bina yapılmaması şeklindeki anlayış terkedilip Mescid-i Harâm’ı kuşatan çok katlı binalar inşa edilmeye başlandı. Işınsal cadde sistemi uygulamaya konulup Mescid-i Harâm’dan şehrin muhtelif istikametlerine caddeler açıldı. Üç adet çevre yoluyla kuşatılan, ara cadde ve sokaklarla irtibatlı olan bu caddeleri birbirine bağlayan tüneller açıldı. Şehrin özellikle yeni semtlerine büyük alışveriş merkezleri kurularak Mescid-i Harâm çevresindeki ticarî yoğunluk azaltılmaya çalışıldı. Bu düzenlemelerin önemli bir kısmı hac ibadetinin gerçekleştiği Mescid-i Harâm, Arafat, Müzdelife ve Mina arasındaki ulaşımı daha kolay hale getirmeyi amaçlıyordu.
Ulaşım bakımından bugün de tarihteki merkezî rolünü sürdüren Mekke’nin Batn-ı Mekke’de birleşen üç girişi vardır. Bunlardan Kuaykıân ve Ömer dağları arasında bulunan batı girişi en önemlisi olup Mekke’ye 70 kilometrelik uzaklıktaki Cidde ile bağlantıyı sağlamaktadır. Kuzeyde Ma‘lât tarafındaki girişten Mina, Arafat ve Tâif, güneydeki Mesfele girişinden Yemen ile irtibat kurulmaktadır. Bu üç giriş önce Harem’i, daha sonra Mekke’yi kuşatan yollarla birbirine bağlanır. Mekke-Medine arasındaki ulaşım, 1984’te tamamlanan ve halk arasında “Hicret yolu” olarak bilinen 418 kilometrelik otoyol vasıtasıyla sağlanmaktadır.
Mekke’nin mekânsal büyümesinin yanında nüfusu da süratle arttı. 1974’te 367.000 olan nüfus 1992 yılında 966.000’e ulaştı. Hac mevsimlerinde nüfusu iki üç misli artan Mekke günümüzde 1.691.000 nüfusuyla (2004 yılı başlarına ait tahmin) İslâm dünyasının her yanından gelen ziyaretçilerin etkinliklerine sahne olan, kentsel faaliyetlerin sürekli arttığı modern bir şehirdir. Mescid-i Harâm merkezli fizikî planını korumakla birlikte Mekke’nin geleneksel yapısı neredeyse tamamen değişmiş, Kâbe’nin çevresindeki tepeler üzerinde kurulan yüksek binaları, geniş yolları, Harem-i şerif etrafında yoğunlaşan otel ve parklarıyla modern bir görünüm kazanmıştır.
Mekke’nin ekonomik hayatı günümüzde de ticaret, sanayi ve hac ile doğrudan bağlantılıdır. Petrol gelirlerinin artması ve Suudi Arabistan Devleti’nin şehre verdiği ekonomik destek bu alanda hızlı bir gelişimi beraberinde getirmiştir. Mekke’ye eskiden olduğu gibi Tâif’ten meyve, Vâdîfâtıma ve Hüseyniye’den sebze getiriliyorsa da gıda ihtiyacının önemli bir kısmı ülke dışından ithal edilmektedir. XX. yüzyıl başlarında görülmeye başlayan hediyelik eşya sektörü bugün çok gelişmiş, buna bağlı olarak kimya sanayii ile (boya, kozmetik) tekstil sanayi alanlarında önemli atılımlar gerçekleştirilmiştir. 1927’den itibaren Kâbe örtüsü Mekke’de açılan bir tesiste hazırlanmaya başlanmıştır. Daha sonra bir süre Mısır’da dokunan örtünün 1962 yılından itibaren tekrar Mekke’de üretimine geçilmiş ve 26 Mart 1977’de bu amaçla modern bir tesis kurulmuştur. Şehirde otelcilik, finans ve sağlık sektörü özellikle hac mevsiminden dolayı çok gelişmiştir. Mekke’de hizmet sektörü başta olmak üzere bütün kesimlerde çalışanların büyük çoğunluğunu Suudi Arabistan dışından gelenler oluşturmaktadır.
Hac ve umre yapmak amacıyla Mekke’ye gelenlerin barınmasını sağlayacak yerlere yenilerinin eklenmesi için çalışmalar devam etmektedir. Şehirde alt yapı ve hizmet sektörüyle ilgili faaliyetlerin önemli bir kısmı ziyaretçilere yönelik olarak planlanmıştır. Mekke’de bulunan ve her biri İslâm’ın ilk dönemini hatırlatan önemli ziyaret yerleri arasında Mescid-i Harâm, Mescid-i Cin, Mescid-i Ebû Bekir, Mescid-i Bey‘a, Mescid-i Hayf, Mescid-i Şecere, Mescid-i İcâbe, Mescid-i İnşikāku’l-kamer, Mescid-i Râye, Mescid-i Nemire, Mescid-i Hamza, Mescidü’l-Meş‘ari’l-harâm, Mescid-i Feth, Mescid-i Hâlid b. Velîd, Cennetü’l-muallâ, Şi‘bü Ebî Tâlib, Hira ve Sevr mağaraları ile Ebûkubeys dağı sayılabilir. Şehrin yenilenmesi, Harem-i şerif ve çevresinin düzenlenmesi sırasında Hz. Hatice’nin evi, Hz. Peygamber’in ve Hz. Ali’nin doğdukları evler, Hz. Hatice ve Hz. Âmine’nin türbeleriyle Dârülerkam gibi bazı önemli mekânlar ortadan kaldırılmıştır.
Suudi Arabistan Devleti kurulduğunda Mekke, Medine ile birlikte geleneksel kültürün yaşadığı ve kırsal kesime yayılabildiği iki şehirden biriydi. Bundan dolayı bu şehirlerde geleneksel eğitim yapan kurumlar fazla değişime uğramadan uzun süre faaliyetlerini sürdürdüler. 1949’da açılan tek fakülteyle başlayan yüksek öğretim faaliyetleri 1981’de Câmiatü Ümmi’l-kurâ bünyesinde birleştirildi. Bugün Câmiatü Ümmi’l-kurâ’nın içinde dokuz fakülte ve beş enstitü vardır. Mekke günümüzde dinî, sosyal ve teknik konularda eğitim yapan yüksek öğretim kurumlarıyla Suudi Arabistan’ın önemli ilim merkezlerinden biridir. Eğitim ve kültür hayatını canlandıran diğer bir unsur da kütüphanelerdir. Mekke’deki en önemli kütüphane, Sultan Abdülmecid’den sonra XX. yüzyılın başında çeşitli devlet adamları ve özel şahısların katkıda bulunarak oluşturdukları Mektebetü’l-Harem’dir. Ayrıca özel şahıslar tarafından kurulan kütüphaneler mevcuttur. Günümüzde on üç idarî birimden (mıntıka) oluşan Suudi Arabistan’ın idarî birimlerinden birinin merkezi Mekke şehridir. İslâm Başşehirleri Birliği de Mekke’dedir.
Literatür. Mekke tarihine dair ilk bilgilere, Hz. Muhammed’in gençliğinde katıldığı Kâbe’nin yeniden inşası sırasında temellerden çıkarılan ve Mekke ile Kâbe’nin kutsallığına işaret eden kitâbelerde rastlanır. Mekke tarihiyle ilgili bugün mevcut en eski metin, Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) tarafından kaleme alınan Feżâʾilü Mekke ve’s-sekeni bihâ (fîhâ) adlı eserdir (Küveyt 1980). Daha sonra Mekke’nin yerleşim planı, topografik yapısı ve özellikle Kâbe hakkında geniş bilgi veren, Mekke tarihiyle ilgili kendisinden önceki bütün rivayetleri toplamaya çalışan Ezrakī’nin Aḫbâru Mekke ve mâ câʾe fîhâ mine’l-âs̱âr’ı (Mekke 1994) bu konuda diğer eserlerin birinci derecede kaynağıdır. III. (IX.) yüzyıldan günümüze intikal eden bir başka eser de Fâkihî’nin Aḫbâru Mekke fî ḳadîmi’d-dehr ve ḥadîs̱ih adlı kitabıdır (Mekke 1407/1986-87). Mekke tarihini ayrıntılı biçimde ele alan Fâkihî, Ezrakī’nin aksine eserini bölümlere ayırmamış ve muhaddislerin metodunu takip ederek ilgili konu başlığı altında bütün hadis ve haberleri nakletmiştir. Takıyyüddin el-Fâsî de Şifâʾü’l-ġarâm bi-aḫbâri’l-Beledi’l-ḥarâm (Beyrut 1405/1985), el-ʿİḳdü’s̱-s̱emîn fî târîḫi’l-beledi’l-emîn (Beyrut 1998) ve el-Muḳniʿ min aḫbâri’l-mülûk ve’l-ḫulefâʾ ve vülâti Mekkete’ş-şürefâʾ (Dımaşk 1406/1986) adlı eserleri kaleme almıştır. Fâsî’nin bunların dışında Mekke tarihi ve ricâline ait ihtisar ve zeyilleri vardır. Necmeddin İbn Fehd’in İtḥâfü’l-verâ bi-aḫbâri Ümmi’l-ḳurâ ile (I-III, Kahire 1403-1404/1983-1984) İzzeddin İbn Fehd’in Ġāyetü’l-merâm bi-aḫbâri salṭanati’l-Beledi’l-ḥarâm’ı (Cidde-Kahire 1406-1409/1986-1989), IX-X. (XV-XVI.) yüzyıllar Mekke’sinin ilim ve fikir hayatında önemli bir mevkiye sahip olan İbn Fehd ailesi mensupları tarafından Mekke tarihi ve ricâline dair yazılan çok sayıdaki eserden en kapsamlısıdır. Mekke’ye Osmanlı devrinde yapılan hizmetler başta olmak üzere bu dönemde şehrin siyasî, kültürel ve sosyal tarihi hakkında ayrıntılı bilgi veren ve şair Bâkî tarafından Fezâil-i Mekke adıyla Türkçe’ye çevrilen (Köprülü Ktp., nr. 206) Kutbüddin en-Nehrevâlî’nin el-İʿlâm bi-aʿlâmi Beytillâhi’l-ḥarâm (Kahire 1305), Baldırzâde Mehmed Efendi’nin Târîh-i Mekke (TSMK, Revan Köşkü, nr. 20/II), Ahmed b. Muhammed el-Esedî’nin İḫbârü’l-kirâm bi-aḫbâri’l-Mescidi’l-Ḥarâm (Kahire 1985), Ali et-Taberî’nin el-Ercü’l-miskî ve’t-târîḫu’l-Mekkî fî aḫbâri’l-Ḥarem ve’l-Kâʿbe ve terâcimi’l-mülûk ve’l-ḫulefâʾ (Mekke 1996), Sincârî’nin Menâʾiḥu’l-kerem fî aḫbâri Mekke ve’l-Beyt ve vülâti’l-Ḥarem (Mekke 1998), Muhammed Cârullah İbn Zahîre’nin el-Câmiʿu’l-laṭîf fî fażli Mekke ve ehlihâ ve binâʾi’l-beyti’ş-şerîf (Port Said 2003), İbnü’z-Ziyâ’nın Târîḫu Mekkete’l-müşerrefe ve’l-Mescidi’l-ḥarâm ve’l-Medîneti’ş-şerîfe ve’l-ḳabri’ş-şerîf ve Hasan el-Uceymî’nin Târîḫu Mekke ve’l-Medîne ve Beyti’l-Maḳdis, Mekke’nin tarihi yanında başta hac olmak üzere burada yapılan ibadetlerin fıkhî hükümlerinden de bahseden İbnü’l-Cevzî’nin Müs̱îrü’s-sâkin ilâ eşrefi’l-emâkin (Riyad 1995) ve Muhibbüddin et-Taberî’nin el-Ḳırâ li-ḳāṣıdi Ümmi’l-ḳurâ (Kahire 1970) adlı kitapları diğer önemli eserler arasında yer alır.
Mekke’de bir mühtedi gibi altı ay kadar oturan C. Snouck-Hurgronje’nin Mekka (I-II, Den Haag 1888-1889) adlı eseri, Mekke tarihine ait ilk şarkiyat çalışması ve Batı dünyasında İslâm’ın dinî merkezi hakkında en kapsamlı kitap olması bakımından dikkati çeker. Eyüp Sabri Paşa’nın Mir’âtü’l-Haremeyn adlı eseri de şehir hakkında ayrıntılı bilgi veren önemli kitaplardan biridir. XIX. yüzyıl Mekke tarihine dair diğer bir önemli eser de Ahmed b. Zeynî Dahlân’ın Ḫulâṣatü’l-kelâm fî beyâni ümerâʾi’l-Beledi’l-ḥarâm’ıdır.
Mekke’nin fazileti hakkında müstakil veya Medine ve Kudüs ile birlikte çok sayıda risâle ve kitap yazılmıştır. Bunlar arasında Mufaddal el-Cenedî’nin bir kısmı kaybolmuş olan Feżâʾilü Mekke adlı eseri önemli bir yere sahiptir. Mekke başta olmak üzere üç şehrin faziletini bir arada ele alan eserlerden Muhammed el-Yemenî’nin Türkçe kaleme aldığı Fezâil-i Mekke Medîne ve Kudüs adlı kitabı sayılabilir (İÜ Ktp., TY, nr. 6802).
Mekke hac rehberi niteliğindeki pek çok risâle ve kitaba da konu olmuştur. Eski Türk edebiyatında genellikle “menâsik-i hac” ve “menâzil-i hac” adlarıyla anılan bu eserlerde yer yer manzum bölümlerle Mekke’nin tarihi, coğrafyası ve fazileti hakkında şiir ve kasideler de bulunur. Anadolu sahasında hazırlanmış ilk eserlerden olan Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâf-ı mesâcidi’ş-şerîfe’sinde Mekke’ye genişçe yer verilmiştir. İslâm dünyasının önemli şehirlerini görmek ve hac görevini ifa etmek isteyen seyyahların yazdığı seyahatnâmelerde de Mekke geniş bir şekilde anlatılır. İspanyol asıllı seyyah Ali Bey’in (Domingo Badía y Leblich) Travels of Ali Bey adlı seyahatnâmesi (I-II, London 1816, 1907) Batı’da Mekke’ye dair kaleme alınan ilk sistematik rapor özelliği taşır.
Kaynak: T.D.V. İslâm Ansiklopedisi